Basını susturmak, toplumu karanlığa mahkûm etmektir.
Bugün kalem tutan elleri zincirleyenler, yarın o kalemlerin tarih sayfalarına nasıl yazılacağını hesap etsin. Çünkü tarih, daima gerçeği savunanların tarafındadır.
Anlaşılan o ki, bizden artık yalnızca nefes almamız ve karnımızı doyurmamız isteniyor.
Konuşmamız, yazmamız, hatta düşünmemiz bile rahatsızlık veriyor birilerine.
Gazeteci haber yaparsa “propaganda”, eleştirirse “iftira”, gerçeği gösterirse “tehdit” oluyor.
Oysa gazeteci, halkın gözü, kulağı, vicdanıdır.
Bugün kalemi kırılan bir gazeteci, yarın halkın sesinin kesilmesidir.
Çünkü basın sustuğunda, toplum körleşir.
Altmışlı yıllardan bu yana çok şey gördük: darbeler, yasaklar, sansürler…
Ama bugünkü tablo, hepsinden daha karanlık.
Çünkü bu kez baskı sokakta değil, gündelik hayatın içinde; daha görünmez, daha sistemli, daha sinsi.
Gazetecinin kalemi, artık bir “suç aleti” muamelesi görüyor.
Manşet atmak, haber yazmak, soru sormak bile risk haline geldi.
Artık tanklar değil, korku dolaşıyor sokaklarda.
Korkudan susanlar çoğaldıkça, baskı daha da pervasızlaşıyor.
Ve ne acıdır ki, “darbe dönemlerinde bile bu kadarını görmedik” sözü, bir abartı değil, çıplak bir gerçektir.
Basın özgürlüğü, demokrasinin oksijenidir.
Havası kesilen bir toplum nefes alamaz.
Bugün gazetecileri zindana atanlar, aslında toplumun nefes borusunu sıkıyor.
Ve sonra utanmadan, “ülkemizde özgür basın var” diyorlar.
Ama bilsinler ki:
Gerçeği hapsetmek mümkün değildir.
Gazeteciyi susturabilirsiniz, ama gerçeğin yankısı duvarların ötesine taşar.
Bir kelime, bir fotoğraf, bir tanıklık… her biri hakikatin yeniden doğuşudur.
Bugün korkuya teslim olan kalemler belki sessizdir,
ama yarın o sessizlik yerini çığlığa bırakacaktır.
Çünkü tarihin tanıklığıyla sabittir:
Hiçbir baskı rejimi, sonsuza kadar sürmez.
Bugün kalem tutan elleri zincirleyenler, yarın o kalemlerin yazdığı tarihte yargılanacaktır.
Ve biz, ne olursa olsun, aynı sözü tekrarlayacağız:
Susturamayacaksınız…..