Bir ülkenin ulusal ve uluslararası platformda saygınlığı, ülke yönetimine soyunan kişilerin saf ideolojilerinden çok, duygu – mantık süzgecinden geçirip, ideolojileriyle özdeşleştirdikleri yaşam biçimleri ile toplumun tarihten gelen etik anlayışının birlikte yoğrularak eyleme dökülmesi ile belirlenir.
Bu doğrultudan bakıldığında; devlet ve siyaset adamlarının saygınlığının, ülkenin saygınlığı ile örtüştüğünü görürüz.
Ülkemizi ve peş peşe gelişen iç – dış olayları bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir. Ülkemizin yıllardır yaşadığı siyasal, ekonomik ve ahlaki çöküntü ile şekil değiştiren insani anlayışlarımız, toplumumuzun yaşam biçimini değiştirdiği gibi yönetsel anlayışlarını da değiştirdi. Bu değişim fark edilmeyecek kadar uzun bir süreç içerisinde yaşanmadı. Aksine; kısa yoldan köşe dönmecilik mantığının getirdiği ithal anlayışlar, 25 – 30 senelik bir süreç içerisinde sindire sindire toplumumuzun tüm zerrelerine kadar işlendi. Yeni vatandaş türü yaratıldı özene – bezene…
İnsanımıza özgü değer yargıları değişti ve çeşitlendi. Toplumsal değişimin bu denli soysuz ve temelsiz olması ise; ülkeyi yöneten ve yönetmeye aday olan siyasetçilerimizi de değiştirdi ve yeni siyasetçi türü olarak önümüze kondu. Devlet adamlığına yaraşır kurallarla oynamayan, günü ve sadece kendi geleceğini kurtarma telaşı içerisinde bulunan siyasetçiler yer aldı tarihimizin sayfalarında. ‘Benim yaptığım doğrudur!’ sözünü şiar edinen, önüne geleni küçümsemeyi yaşam biçimi yapan, külhan, kavgacı, hatta bıçkın siyasetçilere teslim edildi ülke yönetimi…
Ülkeyi teslim alan kendinden olmayanı, kendisi gibi düşünmeyeni polisiyle, askeriyle, yargısıyla, medyasıyla linç eden bir anlayışın, toplumsal uzlaşı ve toplumsal barış gibi bir kaygısı elbette yoktur ve olmayacaktır da…
Ekonomik göstergelerin hiç de iç açıcı olmadığı, yoksulluğun zirve yaptığı, ekonomik değer taşıyan tüm devlet yatırımlarının neredeyse tamamının yurt dışı ve yandaş sermayeye peşkeş çekildiği bir ülkede, üretimsizlikten kaynaklanan çöküşe hiçbir çözüm üretmeyen siyasilerin, cumhuriyet tarihinin en hassas seçimine girmek üzere olunduğu halde dilenci kültürü yaratıp yaşatmaya çalışmaları ve kişisel ihtirasları uğruna toplumu kutuplaştırmaya çalışmaları anlaşılır şey değil!
Kaldı ki; siyasilerin devletin rejiminin daha dine dayalı, daha antidemokratik, daha faşizan olması için yeteri kadar cüret gösterebilmesi ve bu konuda geçmişinde sağlam duruşlar(!) sergilemiş olmaları bile, toplumun ve toplumsal eylemlerin yetersizliğini bozamamakta.
Çünkü alternatif olabilme becerisini henüz gösterememiş kişi ve ideolojilerin sadece samimiyeti toplumumuzun önemli bir bölümü için yeterli olmamaktadır. Oysa toplumsal gerçekleri bildiği ve gözleyebildiği halde, hâlâ yıllar ötesindeki ideolojik temellerinin peşinde takılı kalan siyasal hareketlerin; toplumsal dönüşümdeki olumsuzluklara yön verememesi, ancak ‘kristalizasyon’ ya da daha iyi niyetli tabirle ‘eyyamcılık’ ile açıklanabilir.
O zaman; topluma, devlet geleneğine, yaşama ve insanlara ters düşen bir siyasetçinin daha hırçınlaşması ve koşar adımlarla kendisi için yarattığı hedeflere her ne olursa olsun ulaşma niyeti karşısında söyleyecek tek bir elle tutulur sözlerinin olmaması da doğaldır.
Yoksa hâlâ ‘Hayır!’ diyenleri linç kültürüne teslim etmek, terörist, vatan haini ilan etmek, inanılan ve kutsanan tüm inanç ve anlayışları propaganda malzemesi yapmak nasıl bir cesaret ile açıklanabilir?
Sonuç olarak; bir devletin en yükseğindeki güce göz diken ve kendince emin adımlarla bu yolda yürümeye çalışan bir siyasetçiyi ve arkasındaki halkı eleştirirken, toplumsal dönüşüme müdahale etmeyen ve edemeyen kişi ve ideolojilerin söyleyecek tek bir sözü bile yoktur.
Onlara düşen; sadece olacakları seyretmek ve kendi kendilerine yorum yapmaktır.
Ülkenin karanlık çukurlarda boğulacağı bilindiği halde…