SİHA’mız var ama okullarımızda sabun yok. Füzemiz var ama emeklilerimiz meyve yiyemiyor. Tankımız var ama gençlerimiz bavulunu toplayıp ülkeyi terk ediyor.
Bize zafer masalları anlatıyorlar. Gökyüzünde çelik kuşlarımız uçuyor, denizlerimizde savaş gemilerimiz dolaşıyor, meydanlarda tanklar selam duruyor. Peki ya mutfaklarımızda ne oluyor? Çocukların beslenme çantasına giremeyen peynir, emeklinin alamadığı elma, pazarda yarım kilo domates için hesap yapan anneler… Bu hikâyeyi kim anlatacak?
Devletin vitrini parıl parıl. Ama vitrinin arkasında yoksulluğun, umutsuzluğun, çaresizliğin pas tutmuş aynası var. O aynaya bakmaya cesaret eden çok az. Çünkü herkes kendisine anlatılan yalanlara inanmayı tercih ediyor. Kimse çıkıp "Kral çıplak" diye bağırmak istemiyor. Herkes alkışlamakla meşgul.
Devlet dediğimiz şey yalnızca gövde gösterisiyle, meydanlarda sergilenen silahlarla, televizyonlarda yapılan propaganda ile var olamaz. Devlet, vatandaşının karnını doyurduğu, çocuklarına umut verdiği, yaşlısına huzur sunduğu ölçüde güçlüdür. Eğer bunları başaramıyorsa, elinizdeki bütün füzeler, tanklar ve SİHA’lar sadece metal yığınından ibarettir.
Bir ülkenin kudreti, envanterindeki silahlarla değil, vatandaşının sofrasındaki ekmekle ölçülür. Eğer bir çocuk ellerini sabunsuz yıkıyorsa, o ülke güçlü değildir. Eğer bir emekli pazarda meyvenin fiyatına bakıp iç geçiriyorsa, o ülke bağımsız değildir. Eğer gençler kendi toprağında hayal kuramayıp başka ülkelerin pasaportlarına umut bağlıyorsa, o ülke özgür değildir.
Sorun şu: Biz tank yapmayı öğrendik, ama insanca yaşamayı unuttuk. Füze üretmeyi başardık, ama adaleti üretemedik. SİHA uçurduk, ama gençlerin hayallerini yere çaldık.
Gökyüzüne demirden kuşlar salıyoruz, ama yerde insanlarımız kanatlarını kırık yaşıyor. Bu mudur güç? Bu mudur devlet?